Yorgo İstefanopulos
Ben ancak evde oturursam hastalanırım
1337
Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan değerlerin başında kuşkusuz, yıllar
boyu bu kuruma emek vermiş, değişimlere tanık olmuş,
yeniliklerin peşinden koşmuş hocaları geliyor.
Yorgo İstefanopulos
işte o hocalardan biri…

29 Şubat’ta doğar, ama Şubat ayı dört yılda bir 29 çektiği için
nüfusta doğum tarihi 28 Şubat olarak yazılır. Sene 1944’tür.
Babasını, henüz ilkokula başlamadan kaybeder. Yetenekli bir
teknik adamdır babası. Mühendis değildir ama mühendis kadar
işini iyi yapar. Hatta Atatürk’ün Anıtkabir’deki locasına
çıkarken kullanılan asansörlerde babasının alın teri vardır. Bir
asansör kazasında, beklenmedik şekilde kaybeder babasını, henüz
doğru dürüst tanıyamadan. Aileye artık dikiş dikerek çocuklarını
okutan anneleri bakacaktır. O çocuk büyür, burs kazanarak iyi
okullarda okur ve MIT gibi dünyanın en önemli üniversitelerinden
birinden aldığı teklifi hiç tereddütsüz redderek ülkesine döner
ve döneminin en genç hocalardan biri olarak Boğaziçi’nde
çalışmaya başlar…
Boğaziçi’ne önemli izler bırakmış ‘’efsane hoca’’lardan Yorgo
İstefanopulos’un yıllardır Moda’da oturduğu evindeyiz. Yorgo
Hoca sıcak bir karşılamayla bizi misafir ettikten sonra hayat
hikayesini anlatmaya başlıyor. Babasını erken kaybetmesinin
ardından annesinin çok zor şartlarda yetiştirdiği ve okuttuğu
Yorgo İstefanopulos, bize 1972 tarihinden itibaren Boğaziçi’nde
başlayan serüvenini anlatıyor.
Hikayesine bıraktığımız yerden devam ediyor ve onu dinliyoruz:
İlkokulda Rum ilkokuluna gittim. Ablam birinci sınıftayken, ki
bir yaş büyüktü benden, onun kitaplarından okuma yazmayı
öğrendim. Okul müdürü beni ikinci sınıftan başlatmak istedi ama
annem yaşıtlarımla okumam için birinci sınıftan başlattı.
Orayı bitirince Saint Joseph’e gitmek istiyordum, ama annem
bizde para yok ki nasıl gideceksin deyince gitmedim. Beni Rumca
hocalarımdan bir hanımın ağabeyi Beyoğlu’ndaki Zoğrafyon
Lisesi’ne götürdü. 1962 yılında mezun oldum oradan. O zamana
kadar Zoğrafyon lisesi mezunlarının hepsi üniversiteyi
kazanıyordu. O zaman hocaları çok iyiydi, tabii İstanbul’daki
Rum nüfusu da kalabalıktı. 1962 yılında mezun oldum ama
İstanbul’da sadece üç tane üniversite vardı. İstanbul
Üniversitesi’nde mühendislik yoktu o zaman, fen fakültesi vardı.
Bunun dışında İTÜ ve Maçka Teknik Üniversitesi vardı. Maçka
Teknik sonradan İTÜ’ye bağlandı. Bir de Robert Kolej vardı ancak
paralıydı.
Bir karşılaşmayla Robert Kolej’e giriş
Neyse Maçka Teknik’ten bir şeyler istediler ve bir gün Öğrenci
İşleri’ne gittim. Bir Yunanlı sınıf arkadaşım– eskiden Yunanlı
çoktu- elinde bazı belgeler taşıyordu. Meğer Robert Kolej’e
girmek için hazırladığı belgelermiş. Ona ‘’Ne kadar şanslısın
baban seni Robert’e yazdıracak” dedim. Babası bunu duydu, “Oğlum
sen de yazılabilirsin, burs da veriyorlar’’ dedi. O zaman
fotokopi de yok. Arkadaşımın babasının elinde fazladan bir belge
daha vardı. Bana bunu doldurmayı önerdi. O yıllarda arabası olan
ender kişilerdendi. Arabayla Robert Kolej’e gittik, belgeleri
verdik. Hem okula girdim hem de bursu kazandım. O arkadaşım da
girdi. Ama bir sene sonra tüm Yunanlılar sınır dışı edildiler
İstanbul’dan. Onlar kokuyu almıştı sanırım, zira bir yıl önce
Yunanistan’a göç ettiler. O arkadaşım ile lise
mezuniyetlerimizin 40. Yılında ve 50. Yılında burada yine
görüştük’’.

Rum toplumu için buhranlı yıllar
1963 yılına geliyoruz derken ve Yorgo Hoca, Türkiye’nin zor,
buhranlı bir döneminden bahsediyor. Kıbrıs olayları, İstanbul’da
yaşayan Yunan uyruklu nüfusun 20 kilo ve 20 dolar ile bir ay
içinde Türkiye’yi terk etme zorunluluğunun doğduğu dönemler.
Üstelik sadece Yunan uyruklular değil, onlarca yıl içinde bu
toplumun içinde Türklerle birlikte yaşayıp yuva kurdukları ve
aile oldukları için on binlerce insan yerini yurdunu bırakıp
Yunanistan’a göç etmek zorunda bırakılıyor. Ve 1964 yılına
gelindiğinde 100 bini bulan nüfus yarı yarıya düşüyor ve
ardından gerisi çorap söküğü gibi geliyor…
Şu an iki bin Rum ya varız ya yokuz’’ diye
devam ediyor Yorgo Hoca ve mizahı da elden bırakmadan devam
ediyor:
Size komik bir şey anlatayım; 6-7 Eylül’le ilgili. Telefon yoktu
o zaman bizde, anne tarafından bir akrabamız vardı, Bayan Meropi.
O geceden sonra gidelim bu bayan Meropi’ye ne oldu, kadın ne
alemde diye yola düştük. O yıl Türkiye’ye Migros açılmıştı. Ama
dükkân olarak değil, minibüs olarak gelmişti. O yıllarda gelen
tüm markaların başına veya sonuna Türk eklenirdi, duvarlarda
afişler vardı Migros Türk diye. Milliyetçilik çok yüksekti o
zaman. Taksim’de mitingler düzenleniyordu “Kıbrıs Türk’tür Türk
kalacak” diye. Bizimkiler korkuyorlardı Beyoğlu’na ve
çıkmıyorlardı. Rumca konuştuğumuzda başımıza kim bilir ne gelir
diye... Neyse, biz gittik Cihangir’e… Bayan Meropi’nin sadece
camları kırılmıştı, kapıcı kapıyı açtı. Bayan Meropi’nin evde
olduğunu ve hiç dışarı çıkmadığını söyledi. Kapıyı çaldık
açmıyor. Sonunda açıldı. Kocaman taşlar atmışlardı evine, o da
masanın altına saklanmıştı. Annem dedi ki “Geçti, bunları da
atlatacağız üzülme”. Bayan Meropi ise “Nasıl geçti, baksana
karşı duvarda Migros Türk yazmışlar, Kıbrıs yetmedi Migros’u da
istiyorlar” diye cevap verdi. Bence o kötü şartlarda duyduğum en
komik şeydi, kadıncağız Migros’u ada sanıyordu.
MIT’den Boğaziçi’ne geliş hikayesi
1967 yılında Elektrik Elektronik Mühendisliği alanında Robert
Kolej Yüksek Okulu’ndan mezun olarak yüksek lisansını
Massachusetts Institute of Technology(MIT)’de 1967-1969 yılları
arasında, doktorasını ise yine aynı üniversitede 1969-1972
yılları arasında yapar. MIT’den 5 üzerinden 4.9 ortalamayla
mezun olur. MIT’den kalması yönünde teklif alır ama kabul etmez.
Türkiye’ye dönmek vardır aklında. Boğaziçi’nden de teklif
gelince hiç durmaz. Ve Boğaziçi’nin o dönem belki de en genç
hocası olarak akademisyenliğe başlar.
Gelişim nasıl oldu anlatayım; rahmetli Sarp Yalçın diye bir
hocamız vardı İnşaat’ta, tesadüfen MIT’de bir kongrede katılımcı
olarak gelmişti, koridorda karşılaştık. ‘’Doktora eğitimim
bitiyor’’ dedim. O da ‘’Hemen bize geliyorsun, Boğaziçi’ni
kurduk” dedi. Bu arada Süheyla Artemel’in, Oya Başak’ın ve
birkaç daha hocanın orada olduğunu biliyordum. Biliyorsunuz o
yıllarda burası turistik otel yapılmak isteniyordu, Boğaz’ın
tepesinde olduğu için. Allah’tan 1971 yılında Boğaziçi
Üniversitesi kuruldu. 1972 yılında da ben geldim. O zaman bir
heyecan yaratmış olmalıyım, Amerikalıların bir kısmı kalmış
fakat Türk hocaların hepsi yaşlıydı. Aralarında en genci Sabih
Tansal vardı sonradan rektörümüz de olmuştu. Ben 28 yaşında hoca
olarak geldim, öğrencilerim 22 yaşındalardı. Aramızda az yaş
farkı vardı, hepsiyle arkadaş olmuştuk ve yepyeni dört ders
açmıştım. “Efsane Hoca” lafı o zaman çıkmıştı, yoksa normal bir
hocayım, işimi düzgün yaparım. Dürüst bir hocayım, bilmediğim
şeye bilmiyorum derim ama öğrenip size anlatacağım derim.
Ve Boğaziçi’nin kuruluş yılları
O yıllarda YÖK kurulmamıştır, Boğaziçi Üniversitesi Yasası
vardır. Aptullah Kuran kurucu rektördür. ‘’Fevkalade iyi bir
hocaydı, fakat biz gençler kendisine gidip diyorduk ki,
‘’Boğaziçi Üniversitesi kolej boyutunda kalmamalı, büyümeli.
O zamanlar Hisarüstü bomboştu, kamusallaştıma isteyen
birtakım yerleri alalım genişleyelim diyorduk. Kuran’ın bize
cevabı “Low profile gidelim”di. Göze batmak istemiyordu. Ama
Güney kampüste sıkışıp kalmıştı Boğaziçi. Yeni bir yapılanma
başlamıştı Kuzey’de ama Güney gibi bir örnek varken bence çok
çirkin bir yapılanmaya gidildi Kuzey’de. Kare Blok ilk başta
sadece laboratuvarlar olacak şekilde düşünülmüştü. Olur mu öyle
şey? Hocanın ofisi laboratuvarın yanında olmalıydı. Ergün Toğrol
gelince bozdurdu o düzeni. Ben ve Yasemin hoca o dönem uğraştık,
hibeler bulundu. Üstün Ergüder benim yarattığım Kare bloğu
gördüğünde sen buradan bir vaha yarattın demişti. Öncesinde gri,
iç karartıcı bir binaydı. İdari görevim sırasında her kattaki
bölümlere sordum katlarını ne renk istiyorlar diye? Giriş
Biyomedikal’di sarı istediler, ikinci Elektrik Elektronik
eflatun, üçüncü Fizik ve Kimya vardı, yeşil istediler, en üst
katta da pembe istediler. Ömür Akyüz bir hocamız vardı o da
Boğaziçi’nden emekli oldu, şöyle derdi: ‘’Birinci kat postane,
ikinci kat tersane, üçüncü kat hastane, dördüncü kat …
1972 yılında başladığı Boğaziçi macerası uzun sürecektir ve bu
yıllar içinde pek çok değişimler yaşanacaktır Boğaziçi’nde…
Ancak YÖK gelince olaylar değişti, bizim daha önceki
unvanlarımız sayılmadı. 1982’de doçentliğimi alabildim YÖK’ten.
Gecikmiş bir doçentlikti. Boğaziçi haksızlığa uğramıştı o dönem.
YÖK kadro veriyordu ve kadro mevcut yapıya göre verildi. Bir
hocamız vardı, YÖK üyesiydi Haldun Gülmen. Ona “Sen YÖK üyesisin,
Boğaziçi Üniversitesi’ne özellikle mühendisliğe daha fazla kadro
verilmesini sağlar mısın?” dedik. Fransız eğitimliydi, bana özel
telaffuzuyla “Ben sizin Truva atınız değilim” diye cevap
vermişti.
Daha sonra Aptullah Kuran’ın dönemi bitti. Rektörlük için iki
aday belirdi, Vedat Yerlici ve Semih Tezcan. Vedat Yerlici’nin
vizyonu ne yazık ki kolej sınırındaydı, küçük ve kaliteli kalmak
yönünde… Semih Tezcan ise bize heyecan verdi, üniversite
olacaktık, araştırma yapacaktık ve büyüyecektik. Semih Tezcan bu
vaatlerle büyük bir farkla seçildi. Semih Tezcan başka bir şey
daha yapmıştı o dönem. Şu anda Göztepe’deki Marmara
Üniversitesi’nde Atatürk Eğitim Enstitüsü vardı, orayı alıp Tıp
Fakültesi açmak istedi. Boğaziçi Üniversitesi’nin başka bir
kampüste tıp fakültesi olacaktı. Biz o zaman karşı çıktık. Tıp
Fakültesi olan bütün üniversitelere bakın, rektörleri tıpçıdır
ve tıp desteklenen bölüm olur. Oylamaya gittik ve hayır dedik.
Bu arada bölüm başkanımız Necmi Tanyolaç bir Amerika
ziyaretinden sonra Biyomedikal Mühendisliği’ni bize tanıttı.
Bölümde herkes karşı çıktı, bir tek inanan bendim. Oturduk Necmi
hocayla ilk projemizi yazdık. 1976’da Elektrik Mühendisliği
bölümü içerisinde ikinci bir yüksek lisans programı olarak
Biyomedikal yüksek lisans programını açtık. 80’de proje kabul
edildi. İlk laboratuvar cihazlarını o zaman elde ettik. 76’dan
beri biyomedikal konusuyla ilgiliydim, sonradan enstitünün
başkanı da oldum.

Yeniliklere açık, araştırmacı bir hoca
Türkiye’deki ilk biyomedikal bölümü ve enstitüsünü yönetir.
Yenilikçi çalışmalara imza atar. Türkiye’nin ilk
disiplinlerarası programı Sistem ve Kontrol Mühendisliği’ni
kurar.
Boğaziçi’ndeyken
Arçelik için bir araştırma yaptım, ödül de aldılar o ürünle.
Buzdolabını sabit hızlı motorlarla değil değişken hızlı
motorlarla işletilmesi, %28 tasarruf sağlayan bir buzdolabı
çıktı sonunda. Boğaziçi’ndeyken yaptığım son projeydi.
Yorgo Hoca Boğaziçi’nde 2005 yılına dek görev yapar. Ayrılmak
hiç kolay olmaz:
Boğaziçi’nden ayrılmamın bir nedeni, erken emeklilikle ayrıldım,
yapabileceklerimi tamamladığıma inanmış olmamdır. Haldun
Gülmen’in şöyle bir sözü vardır: ‘’Bütün mühendisler ukaladır,
ama en ukala olanları elektrik mühendisleridir. Çünkü her şeyi
olabiliriz sanıyorlar.” Ama her şey de oluyorlar. Tabi kolayca
gidemedim. Öğrencilerden ve mezunlardan “sakın gitmeyin” diyen
mesajlar aldım. Üstün Ergüder de “Yorgo yabancı ülkeye gitme,
yine Türk gençlerini eğitecek bir kuruma git” demişti bana.
Boğaziçi Üniversitesi beni çok onurlandırdı. Elektrik Elektronik
Mühendisliği’nin toplantı salonuna benim ismimi verdiler.
Ayrılırken en güzel veda toplantısını yaptılar. O dönem bölüm
başkanı Kadri Özçaldıran’dı, sonradan rektör oldu. Tanıklık
ettiğim her dönemden mezunlar vardı konuşmacı olarak. ‘’Ne tür
müzik istiyorsun?’’ dediler, ‘’Buzuki mi’’? ‘’Yok’’ dedim. ‘’Ben
Türk sanat müziği seviyorum’’. Boğaziçi Korosu geldi, inanılmaz
bir konser verdi.
İyi bir hoca için en önemli özellik iyi sosyal ilişkiler
kurabilmek
Öğrencilerimden, mezunlardan duyuyorum; “Hocam sen iyi bir
hocaydın bize mesleği çok iyi öğrettin ama en önemlisi bize
insanlığı öğrettin” diyorlar. Hem dürüst davrandım onlara karşı,
arkadaşça davrandım ve hep hak gözettim. Danışmanlar danışmanı
derlerdi bana çünkü tüm yönetmelikleri bilirdim, herkes bana
danışırdı. Bence iyi bir öğretici ve iyi bir araştırmacı için
öncelikle iyi sosyal ilişkiler kurabilmek çok önemli sanırım.
Şimdi Rektör olan Mehmed Özkan benim öğrencimdi. Biyomedikal
enstitüsünde ben müdürken almıştım onu. Hocalarımızın olduğu bir
mail grubuna Mehmed rektör olduktan iki gün sonra mail attım.
Mehmed’i ne kadar iyi tanıdığımı anlattım. Çünkü on sene benim
müdür yardımcımdı, çok dürüst, ahlaklı ve gerçekten hakkaniyet
sahibi bir insan. Onu destekleyen bir yazı yazdım. Ve şunu
vurguladım “Allahtan Mehmed Boğaziçi’nden yetişme. 1995’te
gelmişti. 22 yıldır bizde hoca, Boğaziçi değerlerini de
işleyişini de biliyor. Ya dışardan biri gelseydi? Boğaziçi,
Boğaziçi olmaktan çıkabilirdi.”
Yorgo Hoca halen Işık Üniversitesi’nde Elektrik Elektronik
Mühendisliği’nde ders veriyor. Emekliliği kişisel sözlüğünden
çıkartmış Yorgo Hoca. Geçtiğimiz yıl arka arkaya yaşadığı ciddi
sağlık sorunları bile çalışmasına engel olmuyor, her iş günü
Şile’deki kampüse gidip geliyor. ‘’Bunca ameliyat ve sıkıntıdan
sonra yorucu olmuyor mu hocam?’’ diyecek olursanız cevabı hazır:
‘’Çocuklar ben ancak evde otursam hastalanırım’’.
Boğaziçi Üniversitesi
http://www.boun.edu.tr/
Söyleşi: Özgür Duygu Durgun, Fotoğraflar: Talat Karataş /
Kurumsal İletişim Ofisi